SEÇMENİN SEÇİMİ NE OLMALIDIR?
İnsan Hakları Aktivisti Hakkı Demir, seçimlerle ilgili bir yazı kaleme aldı.
Demir’in yazısı şöyle:
“İnsanlığın seçme seçilme sözcükleriyle tanışması bugünkü anlamda olmasa da Antik Yunan ve Roma kentlerine kadar uzanır. Osmanlı’da 1840’ta ilk denemeler olur. 23 Aralık 1876’da ise ilk milletvekilliği seçimi ve daha sonra kurallara uygun ilk seçim 1908 yılında yapılmıştır.
Seçme seçilme hakkı demokrasinin olmazsa olmazıdır. Demokrasinin olmazlarından sayılan seçme seçilme hakkının en temel amacı, halkın kendi adına yetki verdiği yöneticileri denetleme ve belirli süre bitiminde iktidara müdahale etme hakkıdır. Bu denetleme ve müdahale hakkı bazı toplumlarda daha etkili kullanılsa da seçme ve seçilmenin sorumluluğunu ve bilincini kavramayan toplumlarda maalesef amacına uygun bir değişim gerçekleşmemektedir.
Özgür iradenin gerçek anlamda sandığa yansıması için temel koşulların olmazsa olmazların yerine getirilmesi gereklidir. Özgür irade genel olarak kişinin istediği eylemi ve secimi yapmasında kontrolün kişinin kendisinde olduğunu ifade eder. Gerçekten seçmenin kontrolünden, değiştirme iradesinden ve özgür iradesinin sandığa yansımasından bahsetmek mümkün mü? İktidara yönelik demokratik müdahale hakkı için Türkiye’nin seçme seçilme koşulları ne kadar uygundur?
Ekonomik açıdan muazzam bir eşitsizlik var her şeyden önce. Bir taraftan devletten trilyonlarca lira para desteğiyle seçimlere giren partiler, bir taraftan bağışlarla ve seçmenlerin çabalarıyla seçimleri organize etmeye çalışan partiler.
Partiler böyle de kişilerin yönetme isteği ve koşulları farklı mı? Bilgili, becerikli, yetenekli, projeleri olan; ancak parası olmayan kişilerin adaylaşması, adaylaşsa bile kendi seçimini organize edecek koşulları yaratması mümkün mü?
Şuan yaşanan seçim sürecine bakalım. Hazineden aldığı trilyonlar yetmezmiş gibi devletin bütün olanakları hesapsız kitapsız, hiçbir kaygı taşınmadan Cumhur İttifakınca kullanılıyor. Başta TRT olmak üzere medyanın çoğunu devletin gücü ile kendisine bağlayan iktidar bu gücü neredeyse yirmi dört saat algı operasyonlarıyla beyinleri yıkama da kullanıyor. Muhalefetin dâhil nerede ne kadar süre konuşması gerektiğine iktidar karar veriyor.
Tartışma programında konuşacak konukları, hangi olayı halkın algısına nasıl sunacaklarını, neyi /neleri gündem yapıp hangi önemli gündemleri hasıraltına süpüreceklerine iktidar karar veriyor.
Öyle ki “Daha ne olabilir?” dediğiniz durumlarda bile sorumluluğu anında kendi dışındakilere paslayıp
yeni bir senaryo yazıyor iktidar. O da yetmiyor yazdığı senaryonun figüranlarını belirleyip oynatıyor.
Halka satıyor. En son yaşanan maden kazasında gördüğümüz gibi… Günlerce vicdanımızı sızlatan, uykularımızı kaçıran, sadece çocuklarının bir mezarı olsun noktasına gelen anne babalarının gözyaşlarında boğulan vicdanlarımız gibi. İktidarın neredeyse ölen madencileri suçlu ilan edip maden cinayetine yeniden senaryo yazmaları gibi. Tüm bunların karşısında akıl sağlımızı korumak bir mucizeye tanık olmakla eşdeğer.
En can alıcı noktalarda bile algımızı yönetmeye çalışan, gerçekliğin üzerini kapatan, suçlayan, tehdit eden, yok sayan, tekçi ve baskıcı bir yönetimde özgür ve adil bir seçim süreci eşitliğinden bahsetmek mümkün değildir.
Ülkenin cumhurbaşkanı tüm illeri cumhurbaşkanı sıfatıyla ve cumhurbaşkanı bütçesini kullanarak geziyor, partisi adına propaganda yapıyor. Bazen AKP genel başkanı olarak, bazen cumhurbaşkanı olarak iktidarın adaylarından daha fazla uğraşıyor. Demokrasinin egemen olduğu bir ülke olsa yer yerinden oynar. Cumhurbaşkanı yetmiyor, devletin bütün bakanları, kamu görevlileri ve çalışanları aynı şeyi yapıyorlar. İşin garip yanı da bunları yaparken her zamanki gibi din argümanlarını kullanıyorlar. En temel söylemleri, kul hakkı yemenin en büyük günahlardan biri olduğudur. İroni ise her geçen gün en temel insan haklarından ve ihtiyaçlardan mahrum kalan kulların(vatandaşların) haklarının görmezlikten gelinmesi, bir güzel afiyetle yenilmesidir. İktidarın kul olarak tanımladıkları kimlerdir? Bazı kulların hakları yok mudur?
İktidar neden gözümüzün içine baka baka bütün usulsüzlükleri yapmaktadır? Çünkü yeterince tepki yok.
Birkaç seçim önce İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, Ulaştırma Bakanı istifa ederdi seçim öncesi. Diğer bakanlar yerel seçimlerde bir aday lehine ya da aleyhine çalışmazlardı. Eskiden bizler, bunu bile yetersiz görürken şimdi bu tür davranışlara bile hasret kaldık.
Biçimsel de olsa bunlar kıymetliydi bence.
Sonuç olarak ; her açıdan eşitsiz koşullarda girilen bu seçimin sonuçlanmasına çok az bir zaman kaldı. Tüm olumsuzluklara rağmen iyiden yana etki etme şansımız var bence. Seçenler olarak zor olsa da önemli görev ve sorumluluklarımız var. Kapı kapı dolaşarak şehrimizi emekten, demokrasiden, insan haklarından, doğanın korunmasından yana olan adayların seçilmesini sağlamalı ve bu adayların yönetmesi için çalışmak durumundayız. Şehrimizi talan edecek, uluslararası şirketlere peşkeş çekecek, yandaş mütahitlere rant alanları yaratmak için yeşil alanları, tarım arazilerini imara açacak olanlara teslim edemeyiz, etmemeliyiz.
Mersin, dünyanın sayılı güzel şehirlerinden birisidir. Mersin’in yerel yöneticilerinin çoğu ne yazık ki Mersin’e ihanet etmiştir. Bir deniz şehridir Mersin. Dikey mimariyle şehir denizden, deniz şehirden soyutlanmıştır adeta. Yeşil alanlar yok denecek kadar azdır. Olanlar da rantiyeye peşkeş çekilmek istenmektedir. (Atatürk parkı bunlardan biridir ) Geçmişi geri getiremeyiz fakat geleceği kurtarabiliriz. Mersin’e ihanet edilmesine izin vermeyelim, ihanet eden zihniyetlere yol vermeyelim.
Başta Toroslar ve Akdeniz’de değişim şarttır.
Toroslar, kent kültürünü içselleştirmiş, kolektif anlayışla yönetilmeyi ve Mersin’de hak ettiği ilçe seviyesine ulaşmayı hak ediyor.
Bir halklar mozaiği olan Akdeniz, halklar mozaiğini içselleştirmiş siyasal kültürle, her türlü haksız rantsal ilişkiden uzak, insanların huzurunu, barışını esas alan bir anlayışla yönetilmeyi hak ediyor.
Bir seçmen olarak siz seçilmeyin, demokrasiyi ve doğru yönetimi seçin!