Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Kızıltan, son dönem yaşanan ekonomi ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu.
Öncelikle 20 Aralık Pazartesi akşamı Sayın Cumhurbaşkanı tarafından yapılan TL mevduat faizi hesaplarının getirisinin döviz getirisi altında kalması durumunda aradaki farkın devlet tarafından ödeneceği açıklaması TL’ye değer kazandırdı, döviz kuru düştü. Peki, beklenen etki neydi? Hem kur kaybı olmayacağından hem de elde edilen kazanç stopaj vergisinden muaf olacağı için, kur yüksek diye yatırımcıların TL mevduatından vazgeçmeyeceği umuluyor. Bu açıklama yeni bir finansal alternatif olarak sunuldu. Birkaç hafta önce ilan edilen yeni modelden vazgeçildi. Orta ve uzun vadeli sonuçlarının ne olacağını göreceğiz. Uzun süredir dövize dayalı bir ekonomiye dönüşmüştük. Hükümetten faize karşı bir tutum vardı. Ancak, enflasyonun altında bir faiz dolara talebi arttırdı. Bir kısım yatırımcı dolara, bir kısım yatırımcı ise mal almaya yöneldi. Böylece dövize dayalı bir ekonomik sisteme gittik. Görünen o ki, hükümet kendi yaptığını beğenmedi ki, yeni bir önlem almaya gitti ve farklı bir kur sistemine geçti. Tam anlamıyla bir dalgalı kur yok artık.
Peki, nedir bu yeni ekonomi modeli?
Bizim anladığımız; iş dünyası, ihracatçı önünü görsün diye dövize olan talebi düşürmek için ve mevduat faizlerini baz alarak devlet bir taahhütte bulunuyor. TL mevduat faizi ve kur arasındaki fark artarsa farkı devlet karşılama garantisi veriyor. Yani, artık kimse kur riski almayacak, kur yükselirse devlet bu farkı vatandaşın cebine koyacak deniyor. Bu, vatandaş ve piyasalar adına güzel, ihracatçı açısından da kur belirsizliği ortadan kalkıyor. Ama devlet, hazine ve bütçe adına rasyonel bir risk mi? Burada hazinenin üstleneceği büyük bir risk ve yük var. Bir gün önce yüksek kur düşük TL’nin ekonomik politika olduğu söyleniyordu ve dönüş yok deniyordu, bugün değerli TL, düşük kur çözümüne başvuruluyor. Mademki kuru bir günde düşürmek mümkündü, neden daha önce yapılmadı? İhracata yönelik yüksek kur ekonomi politikası modelinden neden vazgeçildi, bu konular iyi irdelenmeli ki, bir daha böyle bir sorun yaşanmasın. Tüm bunların ötesinde düşen kur piyasalara olumlu yansıyacak mı? Faizlerde, benzin fiyatlarında, ham madde fiyatlarında, gıda ve hayat pahalılığında da bu düşüşü görebilecek miyiz?
Elbette bu kararın bir de enflasyon sonucu var. Kısa vadeli olumlu yanları, orta ve uzun vadede ciddi riskleri var. Sorun güven sorunudur. Türkiye’de TÜİK’ten Merkez Bankası’na kadar kurumlara bir güvensizlik var. Bu kurumların verdiği karar ve bilgilere dayanarak alınan makro kararların yarattığı bir güvensizlik var. Sonuçta ekonomi güven üzerine inşa edilir.
Güncel sorunlar orta ve uzun vadeli planlarımızı unutturmamalı
Tüm bu güncel sorunların ötesinde, ülke ekonomisinin orta ve uzun vadeli sorunları ve yapısal sorunları var. Uzun süredir sürekli gündeme getirdiğimiz bir şey var: Marmara Bölgesi, özellikle Kuzey Marmara, İstanbul ve Körfez bölgesi sanayi anlamında kapasitesini tamamlamış, hatta aşmıştır. Türkiye son 50 yıldır tüm üretimini, hatta tüm stratejik yatırımlarını- ki bunların içinde savunma, enerji gibi ulusal güvenlik konuları da var- tüm ekonomisini Marmara ve özelinde İstanbul ve körfez çevresine yığmış durumdadır. Bu, güvenli de, stratejik de değildir. Aynı zamanda, bu bölgeler artık kaldıramayacağı kadar çok sanayiye maruz kalınca yaşanan çevresel sorunları da açıkça görüyoruz. Bir de buna bölgenin ciddi bir deprem bölgesi olduğu, daha yakın geçmişte meydana gelen İzmit depreminde uğradığımız zararlar düşünüldüğünde, ülkenin tüm ekonomisini tek bir yere sıkıştırmasının ne kadar yanlış olduğunu söylemekten yorulduk. Güvenlik konularının da ötesinde, ülkenin zenginliğinin, istihdamının tek bir bölgeye konulması sosyal anlamda da sorunlara neden olmakta. Anadolu insanı yaşadığı bölgede iş ve aş bulamayınca o bölgeye göç edince, hem Anadolu’nun gücü zayıflamakta, kırsal nüfus azalmasından dolayı tarım sektörü zarar görmekte, hem de bu bölgelere olan yoğun göç büyük yatırımların sıkıştığı bu dar alanda ciddi sosyal sorunlara neden olmaktadır. İstanbul ve Kuzey Marmara’nın taşıyamayacağı kadar bir nüfus yoğunluğu oluşmakta, kentsel sorunlar çözülemez hale gelmektedir.
Yeni Ekonomi Bölgeleri ülkenin eşit ve adil kalkınması demektir
Bugün Mersin ve Adana bir “Çukurova Ekonomi Bölgesi” olarak destek görmelidir. Burası ekonomik değeri ile yeni bir İstanbul olur. Mersin, Adana, Hatay, Osmaniye ve Kahramanmaraş illerini içeren Doğu Akdeniz Bölgesi tam bir yeni ekonomi bölgesidir. Buna göre desteklenmelidir. Burası üretim, ticaret, lojistik ve liman gücüyle Türkiye’nin yeni Marmara’sı neden olmasın? Türkiye’de yeni bir Marmara yaratmak ülke ihracatını, istihdamı ikiye katlamak demektir, zenginliğimizi iki kat arttırmak demektir. Göçün durması, insanların kendi toprağında ekmeğini kazanması ve refahın ülke geneline homojen, eşit, adil dağılması demektir. Bu vizyon Ulusal Kalkınma Planımızda da var aslında. Ama bir türlü hayata sokamıyoruz. İstanbul ve Marmara takıntısından kurtulamıyoruz. Rantı sadece burada kurguluyoruz.
Yatırımlarda Marmara ve İstanbul takıntısından kurtulmalıyız
Bugün sadece Mersin’in satış hacmiyle, kar oranıyla, ihracatıyla ve yarattığı istihdamla İSO 500 ve İSO 1000 listelerine giren firmalarımızın dışında, Anadolu’nun ilk 500 büyük firması araştırmasında bu listeye giren 13 değerli Mersin şirketi var. Bu şirketler gıdadan ticarete, tekstilden madene, metal işleri sanayisinden makine sanayisine, ambalajdan inşaata farklı sektörlerde iş yapan, hem de küresel ölçekte çalışan, dünyanın bildiği firmalarımız. O halde neden hala İstanbul ve Marmara takıntısından kurtulamıyoruz? Neden bu zenginliği Anadolu’ya yaymak için daha önce verilen kararları hayata geçirmiyoruz? Türkiye artık önceliklerini belirlemeli ve adım adım bunlara odaklanmalıdır. Öncelikle planlı bir ekonomiye geçilmeli, yeni ekonomi bölgeleri desteklenmeli, ekonomide “üretim ve üretici” odak destek alanı olmalı, üretilen her şey ihracata entegre edilmeli ve ekonomideki yenilikçi, yüksek teknolojili, katma değer üreten dijital sistemler ve yaklaşımlar şirketlerimizin vizyon programlarına alınmalıdır. Eğer bir rant yaratılacaksa, üretimde yaratılmalıdır.
Yatırım algısı değişmek zorundadır. Gerçek yatırım üretime olan yatırımdır
Bugün medya vasıtasıyla pompalanan bir yatırım algısı var: Türkiye’de yatırım demek döviz, altın, hisse senedi veya gayrimenkul olarak algılanıyor. Bu yatırımlar çoğu zaman istikrarı olmayan, yarını belli olmayan spekülatif şeyler. Ülkeye, kentimize, topluma katkısı olmayan konular. Oysa gerçek yatırım demek üretime yatırımdır. Sermayesi olan girişimciler üretime yatırım yapmalı, hangi sektör olursa olsun üretime yatırım özendirilmelidir. Rant üretene verilmelidir. Üretim demek katma değer, istihdam, ihracat demektir. Üretim gerçek ekonomidir. Diğerleri sanal bir ekonomi yaratmakta ve sadece spekülatörler kazanmaktadır. Ben az ya da çok sermayesi olan her vatandaşımızı üretimin bir parçası olmaya davet ediyorum. Üretim yapan firma sayımızı arttırmak zorundayız. 100 yıllık Cumhuriyet tarihimizde 1,5 milyon girişimci yaratabilmişiz. Aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya’da girişimci sayısı, firma sayısı bizim 4 katımız. Bundan dolayı Almanya bizden en az 4 kat daha zengin. Onun için parası bizden daha değerli. Üretime yatırım yapalım. Devlet olarak, yerel yönetimler olarak, elinde yetki ve icra gücü olan hangi kurum varsa, üretime ve üretene her konuda destek ve yardımcı olmalarını, üretmek isteyenin önünü açmalarını istiyorum. Üreten Türkiye günümüzde yaşanan sorunları gelecekte yaşamayacaktır. Çünkü üreten ülke bağımsız bir ülkedir, üreten ülke zengin bir ülkedir.